Erken doğan gül parmaklı şafak, ölümlülerin kaderini tunca boyadığında, hayal dilli bir adam belirdi engin yerkürede. Bir tahta parçasına tutturmuştu aklını. Bu tahta; onun evi döşeğiydi sırlarına akıl ermez, soluk yetişmez dünyada. Onun üzerinde yükseldi de seyreleydi cihanı. Nasıl olgun nar ham çiçeğini gömerse etine, saklarsa bir zamanlardaki izini taç kısmında, öyle gömdü Homeros da kendinden evvelkilerin benliklerini nefesine. İnsanlığın henüz çocuk çağında, hayal güçlerinin gölgelerinden diktikleri mitlerinde gezindi de gerçeklerin yüzüne de sırt çevirmedi. Dilini yettiğince döndürdü, destanını; bu tahta parçasının içine aklını ve yüreğini katık ederek koyduğu adamların, kılığına girip de söyledi.
Yol nedir, yolculuk neden yapılır sorularını sormadan tam anlaşılamaz Odysseia. Tıpkı Azra Erhat’ın da mavi yolculuğa, Ege ve Akdeniz uygarlığındaki yolları yürümeye tutkunluğundan beslendiğine emin oluşum gibi eminim bundan. Kendimizi bildik bileli yaptığımız şeydir yolculuk. Çünkü biz bir yerlere varmak ve gitmek arasında yaşarız daima. Fiziki ya da mecazi olarak ayaklarımızın üzerinde dikildiğimiz ilk günden beri, bir şey olabilmek uğruna adımlıyoruz dünyayı. Bu bazen okula gidip öğrenci olmak, bir yerde iş sahibi olmak, birileriyle görüşüp arkadaş olmak, bazen yeni yerler görerek gezgin olmak, bazense gözden ırak düşünceye yakın yerlerde kendimizle bütün olmak anlamına gelebilir. Her doğan gün yol, yeni ayak izlerimizi emerken onunla hemhal olur ve değişiriz. Bize kimlik kazandırır yüzünü teperken olduklarımız, olacaklarımız ve yanımızdan geçip giden olasılıklarımız.
Yani yol, hem içine düşüp kendimizle kesiştiğimiz hem de bizden daha büyük olan şeylere şahit olabilmek için sarf ettiğimiz efordur. Adımlarımızla sahiplendiğimiz, zihnimizle öğüttüğümüz deneyimdir. Ancak yolcu olmasaydı bir gereği kalmayacak olan da odur. Yolun nabzı, yolcunun ayak seslerindedir. Nasıl bir yazar görülmek arzusu duyar, okunsun ister yazdıkları; o da kaprisli bir tutkuyla arşınlanmayı bekler. Hem kuru bir bekleyiş de değildir, neler neler vadetmez ki? Bu yüzdendir onu adımlarımızla ölçüp biçtiğimiz yetmezmiş gibi hikayelerimizin eleğinden geçirip anlamaya çalışmamız. Vaatlerini duymak isteriz. Bize onca sene tanıdık ama bambaşka yüzlerle karşımıza çıkan ölümsüz deneyimleri nasıl bağışladığını, nasıl her tanışmanın bu kadar farklı hissettirdiğini anlamak derdine düşeriz. Bu yüzden de hikayelerini çokça işleriz romanlarda, şiirlerde, filmlerde ve gözümüzün gönlümüzle temas ettiği hemen her ifade ediş biçimde. İş kahramanlık hikayesi anlatmaya geldi mi de kimseye rütbesini kaptırmaz, çünkü o dönüşümlerin sihirbazıdır aynı zamanda. Kahramanın eski Türk isim verme geleneğinde olduğu gibi bir unvan istiyorsa, amansız bir macerayla baş etmesi ve kendini yola kanıtlaması gerekir. Eğer başarıyla geçip giderse kurulan engellerden, kahramanlık onun apoletidir artık. Destanlar çoğunlukla bu hak iddiasının çekirdeğine kurulur. Odysseia da en güzel örneklerinden birini sunar bu iddianın. Hem içte hem dışta bir yol yürünmektedir çileli satırlarında.
Ancak Demodokos gibi sözü baştan almak gerekir ki çeliği iyi kaynasın acıların da arayışların da. Odysseia dendiğinde hiç bilmeyen, uzaktan da olsa konusuna ve karakterlerine kulak misafiri olmayan yoktur. O değilse de İlyada bir noktada kesmiştir önünüzü. Bugün hala edebiyatın koynundan alınıp yinelenen bir gerçekliktir Truva savaşı. Ama gereksiz nezaketi bir kenara bırakalım şimdi, içinizde aşinalığın tebessümüyle bu yazıya tıklayanlar olduğu gibi, merak de ediyorum ama önemini de tam anlamadım bir türlü diyenleriniz de var. O halde geeke yeter ki anlat densin, gelin anlatayım: Milattan önce 9.yüzyıl sonu-8. yüzyıl başında yaşadığı düşünülen bir ozan olan Homeros tarafından halk hikayelerinden derlenir veya yeni baştan yaratılır Odysseia, tıpkı öncülü İlyada gibi. Ozan denir çünkü Dede Korkut hikayelerine benzeyen şiirsel bir dile sahiptir bu iki eser de. Üstelik ozanların soylulara veya ticaretle uğraşan zengin kesime çalgı çalıp uzun söyleyişlere girişmesi o yüzyılların geleneğidir. Yani sonradan yazıya geçirilmiş olması da muhtemeldir destanın. Bahsi arttıralım, belki de Homeros adıyla andığımız gerçek bir kişi bile yoktur ortada, onun kılığına bürünen kalemleri takip ediyoruzdur aslında. Ama tabii ki yüce şairi gücendirmek istemem fani tahminlerimle, en iyisi Homeros’tan şaşmadan atıflarımı yapayım ben. Yine de ek olarak söylemek gerek, destanın bazı kısımlarının sonradan eklenmiş olduğu tahmin ediliyor. Hatta İlyada ile Odysseia temelde aynı kişinin elinden mi çıktı tartışması bile dönüyor ancak bana kalırsa cevabı büyük çoğunlukla evet. Anlatacağım.
İlyada’ da değinilen epik savaşın kahramanlarından birinin yani Odysseus’ un sırtına yükler zorlu serüvenin onurunu ozan. Kendisiyle en çok özdeşleştirdiği karakteri olsa gerek bu zeki ve çevik dilli kahraman. Truva’ dan ayrılıp İthake’ye karısı ve çocuğuna varmaktır tüm derdi Odysseus’ un ama tanrı Poseidon on yıl ambargo koyar bu kavuşmaya. Adı gibi hayatı da çileli bir yoldur kurnaz adamın.
Ülkemizde pek çok yayınevinden basılan eserin önemine gelince; batı edebiyatının İlyada’ dan sonra bilinen ikinci en eski eseri ve temeli dersem yerinde bir giriş yapmış sayılırım herhalde. Üstelik yaygınlaştığı ilk zamanlardan itibaren kültürde kalıcı bir etkisi olmuş ve daha o yüzyıllarda Argounatlar Seferi, Herkül’ ün kahramanlıkları gibi mitolojik hikayelerin uyandırdığı merakla birlikte kaşifleri, bilinen toprakları karış karış gezmeye itmiştir. Filozoflar, şairler İlyada ve Odysseia ile ilgili çıkarımlar yapma telaşına düşmüşler, eksik hikayeleri tamamlamışlardır kendi gönüllerince. Kahramanları ve olayları seramiklerden heykellere dek uzanan formlarda defalarca işlenmiş ve farklı stillerde gelişen bu sanat üretimi, görsel ustalaşmayı desteklemiştir. Dolayısıyla Batı sanatının kaidesine dikkatle bakarsak, orada birkaç isimle birlikte Homeros’ un durduğunu görebiliriz. Gelişen sadece sanat değil, bu yapıtların heyecanıyla dolan kolektif zihindir aynı zamanda.
Hem insanlığın, doğanın sık yabani dallarını kesip önünü görmeye çalışmasını hem de kendi korkularının rehbersiz kıyılarına uğramasını işleyen bir uzun insanlık destanı Odysseia. Bu yüzden Odysseia kelimesi, günümüzde, uzun maceralı yolculukları ifade eden bir kavram haline gelmiş. Macera dediğinin doğasında belirsizlik vardır. E yol da hiç geri kalmaz bu durumdan, en belirli sınırlar içinde dahi varıp varamayacağımız garanti değildir gitmek istediğimiz yere. Öyleyse belirsizlik denilen zorlu canavara, tahakküm kurabilmiş tek başına Odysseia kelimesi. Uzun denmesi kısmına da sonra geleceğiz. Neticede yolumuz daha hayli var.
Tarih boyunca pek çok işte gönderme yapılmasının, içerdiği olay ve karakterlerin başka eserlerde de işlenmesinin sebebi bu ayrıcalıklı konumu ve özgün dili olsa gerek. Özgün dille kastım sadece şiirsel yazımı değil, mahallemizin maceracısını takip ediyor hissi uyandıran sıcak anlatımıda aynı zamanda.
İşte burası beni ve muhtemelen milyarlarca insanı asıl vuran kısmı. Odysseia anlatım gücü ve özgünlüğüyle, antik Yunan tapınakları kadar kadim. Öyle ki bir zamanlar ak damarlı mermerlerin üzerinde oturan Homeros ve atalarının, bugün hala dünden gelen canlı bir sesi var. M.Ö. 8. yüzyılda yazıldığı düşünülen bir eserin, nasıl bu kadar içten bir anlatımının olduğuna hayret ediyorum her okuyuşumda. Ve İlyada ve Odysseia’ nın aynı elden çıktığına inanıyorum bu sayede. Tıpkı İlyada da tuncun tunca çarpışının sesini duyuşumuz, toprağa yıkılan bedenlerin altında kalan hayatları özümseyişimiz, bir kadının kocasına ve geleceğine yasını, bir babanın oğlunun cansız bedenini almaya çalışırken ki mahcubiyetini anlayışımızdaki gibi Homeros’un dili yine büyüsünü yapıyor. Sayfalarda gezinirken ozan, kişisel alanınıza gönüllü izninizle girip sadece size özel bir hikâye anlatmaya başlıyor. Tanıdık toprakların yüzüne dokuduğu fantastik dünyasında, karakterleri Akdeniz güler yüzlülüğüyle konuk ağırlayıp kendileriyle bol bol dalga geçmeye meylediyor. Tanrı tanrıçaların ve ölümlülerin iki dakikada yeni kılıklarına geçmiş uyduruvermesinde, bir yazarın durmaksızın hikayeler üreten çocuk aklı gizleniyor. Tabii ki en çok Azra Erhat ve A. Kadir’in çevirisine hakkını teslim etmek gerek. Yağmurdan sonra toprakta köklenen hava kadar görkemli dili ortaya çıkartan, onların yıllara varan kesintisiz emeği.
Üstelik dümdüz değil, oldukça dinamik bir anlatıyla Homeros da Penelopeia gibi hikâyenin kumaşını önce dokuyup sonra tekrar tekrar söküyor. Destanın formatı gidiş gelişlerle bizi zamanda bir gezgine çeviriyor. Taliplilerin İthake toprağındaki güç savaşını, Penelopeia’nın ve Telemakhos’un uzun bekleyişlerinde kalplerinde ayrı zihinlerinde ayrı dönen kasırgaları, Odysseus’un azmini ve yoluna çıkanların niyetlerini de ekleyince, gözlerimizin önüne çarçabuk bir dünya sahnesi kuruluyor. Bu yönüyle Azra Erhat’ a hak vermemek elde değil, hakikaten hem bir roman hem bir film senaryosu Odysseia.
Konu olarak, ete doymayan mızraklarla dolu İlyada’dan benzer bir esin alsa da daha uslu bir insan acısı barındırıyor içinde. Artık savaşılan kanlı canlı et değil, dizginlenmesi için Truva atından daha çetrefilli fikirler isteyen doğadır çünkü. Ve bu düşman, yabası kadar keskin bir öfkeye sahip tanrı Poseidon da cisimlenince, Homeros’un neden kahramanı olarak Odysseus’u seçtiği açık hale gelir. Çünkü doğaya karşı ancak aklımızla varız. Yani Truva Savaşı boyunca çeşitli kahramanlıklar ve hinlikler sergileyen Odysseus’ tan iyi biçilmiş kaftan yok bu iş için. Böylece büyük ozan Homeros kargıların yerine, ıssız doğanın ve merhametsiz kaygıların karşısına koyuveriyor bu sefer Odysseus’u on yıl boyunca. Bu işi de başar ama büyüklenme diyor ona. Garip bir övgü teslimi vardır Odysseia’ da kahramanın kılığındaki insanlığa. Hem insana, tanrı yerine konan doğa ve talih karşısında ne kadar acınası olduğunu göstermekte hem de azimle çabalar ve aklındaki çarkı durmadan çevirirse esas yenilmez olanın kendisi olacağını söylemektedir. Karşımızdaki yeri gelir doğa, yeri gelir ulaşılması İthake kadar zor görünen hayallerimiz olabilir. Esas mesele de budur gibi. Odysseia yüzeyin altına sakladıklarıyla dışarıdan takibi zevkli bir macera yaratmakla kalmaz; aynı zamanda insanlığın kendi içindeki ve dışındaki mücadelesini, aldığı yolların rotasını da çizer çaktırmadan.
Öte yandan Odysseia, bu kadar eski bir eser için hiç de eski kafalı değildir. Atlantis kadar gerçek üstü gelebilir antik Yunan ataerkilliğini okumayı bekleyen bir okura. Çünkü erkekler kadar kadınlara da aittir destan. Gerçekten de başta tanrıça Athena’nın korumasına verilecek kadar şanslıdır Odysseus. Bu yetmez tam yirmi yıl gelişini bekleyen, zekâda dengi eşi Penelopeia’ yi bağışlamıştır kader tanrıçaları ona. Erdemiyle Phaiaklar ülkesinin sözünden çıkılmaz kraliçesi Arete ve Artemis’ e benzeme onuruna sahip kızı Nausikaa’yı da bolca anar Homeros. Calypso ve Circe gibi kendi kurallarınca yaşayan tanrıçaları da unutmayalım. Tabii ki söze bir noktada, Aphrodite’ in aklını çeldiğinden sızlanan zavallı Helene ve Agemennon’ un öldürülmesine yardım eden karısı Klytemnestra da dahil olur. Aslında geri çekilip bakılınca görünen, kadınıyla erkeğiyle bir kişilik spektrumudur. Tıpkı Agemennon ‘un da sonunda kabul ettiği gibi, her kadın ihanet edecek ve her adam kargının ucunda bırakacak değildir soluğunu. Hikâye boyunca korkaklar ve cesurlar, binbir türlü gizli hesaplar kuranlar ve kalpleri ile dilleri arasında kapalı kapı bırakmayanlar, tanrılara baş kaldıran tanrıçalar ve özlemle dolu göğsüne gözyaşlarını bastıran insanlar görülür. Bunlardan önde gelenleri elbette Odysseus, Penelopeia ve oğulları Telemakhos’ tur. Kolay değildir çektikleri. Hatta –dikkat, birkaç yüzyıllık spoiler– hikâye mutlu sona bağlanıp kahramanlarımız birbirine kavuşsa dahi esen rüzgârlar dinmiş, saçların birlikte ağarması beklenen yıllar yitmiştir. Bedelini ister yol. Odysseus’ un payına düşen sıkıntıların bitmediği, başka ayrılıkların geleceği de sezdirilir laf arasında. Anlayacağınız karşımızda tarihin ilk yarım kalmış serisi var! Bu işlerin bu kadar erken başlaması biraz üzücü tabii.
Destanın ana kahramanı meşhur Odysseus, kaderin gidişatını pek çok kez değiştirdiği için cin fikirli diye anılır. Ancak kitabın usta çevirmeni Azra Erhat kıyamaz sadece bu etiketi yapıştırıp geçmemize Odysseus’a. Ona göre yeri geldiğinde kendini dilenci yerine koymaktan korkmayan bir alçakgönüle sahiptir Odysseus. Her daim topraklarına bağlı, en büyük ihtimamın ortasında dahi sivri kayalıklı ülkesini özleyen, gittiği her yerde önce iyi insanlar olmasını uman ve tanrı tanrıçalara sığınandır o. Agamemnon gibi kibre kapılmayacak kadar da iş bilir. İçine düştüğü durumları sürekli okur ve hareketlerini baştan yazar. Öyle ki Phaiaklar ülkesine çıkış aşaması bile bin bir zahmetle doludur. Koşullara göre kendini yeniden konumlandırmalıdır insan. Bunu bizzat Homeros söylüyor. Ezber kalıplara uyan kahramanlara bakılınca şimdi bile ne kadar yenilikçi değil mi? Ülkesini özleyişinde yalnızca sıla hasreti deyip geçemeyeceğimiz bir yan vardır ayrıca. Neticede evin, emrinde askerlerin, sözünü geçirdiğin bir konumun olmadan kim tanır sırtındaki giysilerin haşmetini? Bir yerden bir yere alınıp götürülmenin ve izinin tozlara karışmasının o kadar da kolay olduğu yüzyıllarda üstelik. İthake’ ye varamayan Odysseus, denizde bir su damlası kadar belirsizdir.
Uzun yolculuğun hakkını veren ozanımız sağ olsun, her olaya değinmek bir ömür sürebilir. Bu yüzden önemli olaylar ve karakterler etrafında dolanamıyorum ancak kişisel olarak beni etkileyen bir ikisinden bahsetmezsem pişmanlık cadıları yakamı bırakmaz. İlki Zeus’ un, kafasından doğan kızı Athena’ ya söylenişi:
Ne diye insanlar tanrılardan bilir birçok şeyi!
Sanırlar bütün belalar bizden gelir,
Oysa kaderin dışında acı yığar başlarına
Kendi kendileri, kendi taşkınlıkları
Bu ozanın niyetini açıkça belli ettiği ilk yerdir. Truva’ dan beri insanlığın doyumsuz hırslarıyla çekişmektedir o. Yalnız İlyada’ da biraz daha tanrıların parmağı işin içindeyken Odysseia’ da hakikaten yoldan çekilmiş gibilerdir. Belki bir ikisi hariç…
İkincisi Telemakhos’ un İthaki beylerine seslenişidir.
Bu kısım öncesinde kitaptaki söyleyişini sevdiğim şekliyle tanrıça Athene, Mentos kılığında bir adam olarak konuşmuştur Telemakhosla ve ikna etmiştir onu beylerden hakkını araması için. Dikkatinizi yeterince çekti mi bilmiyorum, o yüzden kör göze kelimelerimi hazırladım çoktan: Ölümsüzler için cinsiyet kavramı, o kadar da aman aman bir şey olarak yansımaz. Erkek olmayı da kadın olmayı da sosyal normlar içinde çok iyi kotarıp, sırıtmadan yeni kılıklarına konuverirler. Telemakhos’ un seslenişi ise sayfasına sığmayan bir tirattır. Nasıl Shakespeare Antonıus’ un ağzından dostlar, Romalılar, yurttaşlar dinleyin; ben Caeser’ ı övmeye değil gömmeye geldim diye seslendiği anda zaman durur; Odysseia ‘da da pek çok yerde bu seslenişin ruhu gezinir. Ateşli kahramanlar bir anda acıklılanır, kendi halinde bir hizmetli yüceliverir tahtların üzerinde. Söylevin sonunda buruktur Telemakhos haylice.
O istemezse gitmez, Antinoos,
Nasıl kovarım onu evimden,
Söyle, beni doğuran, büyüten anamı
Nasıl kovarım?
Ama bir parça tanrı korkusu varsa sizin yüreğinizde,
Gidin benim evimden, başka şölenler yapın,
Konuk olun birbirinize, yiyin kendi malınızı.
Yok, sizce daha kolaysa, daha iyiyse bir tek adamın
Varını yoğunu yemek bedavadan,
Soyun bakalım onu soyabildiğiniz kadar,
Ben de yakaracağım hep var olan tanrılara,
Bakalım Zeus bu yapılanlara bir karşılık vermeyecek mi:
Şu konağın içinde hepinize yok olup gitmek var,
Öç alacak bir tek kişi bırakmadan.”
Bir diğer durağım, Rüzgâr tanrısı Aiolos’tan aldığı tulumu yoldaşlarına emanet edip uyuduğunda yaşadığı pişmanlıktır Odysseus’ un. Yoldaşların engin denize toprak niyetine sarınıp yok olacaklarının habercisi, Aiolos’ un tulumunda ne sakladığını merak edip Odysseus’ tan gizlice açmalarıdır. İnsanlığın tanrı tanımaz takipçisi kıskançlığın gölgesi, gidilen yolları hiç ediverir. Kaçan sadece rüzgâr değil, Odysseus ‘un sabrıdır da. Gollum’ un yüzüğü parmaklarının arasındayken kaybedişine denk bir acı olsa gerek yaşadığı. Çünkü Odysseus ‘un karakteriyle ilgili fikrimi pekiştiren ikinci çapa şu sözlerle atıldı:
Uyandım ve düşündüm ben yüreğimde en iyi yolu,
atayım mı kendimi gemiden, yok olayım mı denizde,
yoksa her şeyi sineye çekip kalayım mı yaşayanlarla?
Kal gemide, dedim kendi kendime,
kal, dayan, ve sarındım, uzandım teknenin içine
Bana kalırsa tam bu bölümde Odysseus tipikliğin; başına talihsizlikler gelse de her şeye gücü yeten ve kendiliğinden şanslı kahraman olmanın ötesine geçiyor. Herkül’ ün postunu üzerinden atıyor. Hem de bunca ilahi gücün ortasında Odysseus’un, yani bir insanın hikayesini anlatmaya karar veren Homeros’un çabasını anlıyoruz. Odysseus yüreğinde sisler taşıyan bir adam. Ne kadar da tanıdık dertlerle çevrili. Sınanmanın yıkıcı gücü ve karşı koymanın umutsuzca ağırlığı biniyor üzerine. Hikâyenin pek çok dönemecinde bu zihnini kemiren sorular da karşımıza çıkıp duruyor ve o sürekli doğruyla yanlış arasındaki kararıveriyor. Kendi kaderini seçiyor. Tıpkı bizim de her gün yapmak zorunda olduğumuz gibi.
Ölüler buluşmasında ise karşımıza neredeyse şamanik bir ritüel çıkar. Kolay değildir ölülere ulaşmak, ruhları görünür kılmak kadar ses vermek de iş ister. Yaşamın temsilcisi kan pek çok işte olduğu gibi bağlayıcı unsurdur. Ufacık dokunuşu, geçici bir nefes bağışlamıştır ziyaretçilere. Odysseus sırayla İlyada kahramanlarıyla selamlaşır, onlardan akıbet sorar. Yine koca Achilleus’ un yaşama gıpta edişini ve bir köle olarak dahi olsa özgürlüğünü arayışını okuruz bu satırlarda. Homeros’ un tutkusu güneşli tarlalardan yana ekinler eker, ölümlülere yaşama gücü bağışlar;
Ballandırma bana ölümü, şanlı Odysseus,
bütün geçmiş göçmüş ölülere kral olacağıma
el kapısında kulluk edeydim keşke,
varlıksız, yoksul bir çiftçinin yanında
ırgat olaydım.
Ne kadar bizden kokan cümleler değil mi? Coğrafyanın hükmü, kültürlere vurduğu damgada saklandığından mıbu kadar sağlamdır? O yüzden mi diller üstü, biraz da bize ait hissettirir Homeros insanları? Persephone’ nin yakınlarına gelinen bu diyar, soğuk bir korkuyla doldurur Odysseus’ u. Macerada en ürktüğü yer şüphesiz, ölülerin acıklı hallerine karışma ihtimalini barındıran o ölü kentin kapısıdır.
Yolculuğu bitirmeden önce bir de konuksever Phaiaklara uğrayalım. İthake’ ye ulaşmayı onların gemilerine borçlu sonuçta Odysseus. Umalım ki bu halk, Poseidon’ un acımasız ellerinden kurtulup taştan kaderlerini yenmiş olsun. Phaiaklar, tüm destan boyu oraya buraya serpiştirilen zorluklarla mücadelede hem insanın hem insanlığın kendini aşma hikayesinin tamamlayıcı unsurudur sanki. Poseidon Phaiakların teknolojik üstünlüğüne karşı saklayamaz öfkesini. Bu öfke, Prometheus’ un ateşi çalıp insanlara verişine duyulan öfkeyle aynı kaynaktan beslenir. Daha o yüzyıllarda doğanın karşısında acizlikle boynunu eğen insanlık, direnişin yollarını aramaktadır. Belki de sadece doğaya değil, imkânı elinde tutanlara alternatif sunmanın da direncidir gördüğümüz.
Sağlam kurgusu ve ilgi çekici anlatımıyla bugün hala okuma zevki yaşatan, Odysseus ve Telemakhos başta olmak üzere sığ bir nehir gibi usulca sızlanan karakterleriyle çok içten bir macera romanı Odysseia. Hem de milattan önceye uzanan bir eser olarak neler üretebileceğimizi göstermesiyle ışığı sönmeyen bir yıldız, cilalı boynuz kapıdan çıkıp gelen bir rüya o. Öyle ya Homeros benzetti sesini ve bedenini tıpkı Odysseus’a,
tunca boyalı gökte ışıdı ölümsüzlere,
bereketli toprak üstünde ölümlülere ışıdı.
Acaba destanını milyarlarca insana okuduğunu kestiriyor muydu, ne dersiniz? Homeros sevmese de ettiği lafı tekrarlamayı, ben biraz ettim galiba, affola. Kolay değil dostlar, bir destanı incelemeye girişen inadımın esiriyim. Sürekli yaşam akıntılarının içinde yolunuzu kaybetmemeniz dileğiyle. Gerçi yolun ne getireceği de belli olmaz, İthake’ ye kavuşmak kadar Odysseus’ u Odysseus yapan oydu da neticede. Benim bu dediğimi Konstatin Kavafis şöyle özetlemiş:
Sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka.
O olmasa, yola hiç çıkmayacaktın.
Ama sana verecek bir şeyi yok bundan başka.
Tanımını yaparken söylemiştim, uzun maceralı yolculuk diye. Sanırım uzun denmesinin boşa olmadığını anlamışsınızdır. Yol da destan da yazı da illa uzun olacak. Ha kısasını isterseniz, ‘Odysseia’ der geçerdim tabii.
Yazan: Cansu Özbay
https://ift.tt/86d4wcs
Geekyapar!
https://ift.tt/IEp2Az1